Neyzen
Hiççilik ya da nihilizm veya yokçuluk; 19. yüzyıl ortalarında Rusya'da, özellikle genç entelektüel kesim arasında taraftar bularak
yükselen ve bu nedenle kendine büyük felsefi akımlar arasında yer edinen bir felsefî yaklaşımdır.
Latince'de 'hiç' anlamına gelen nihil sözcüğünden türetilen Nihilizm,
günümüzde birçok spesifik alt dala ayrılmakla beraber, en popüler tanımıyla;
her şeyin anlamdan ve değerden yoksun olduğunu savunan felsefi görüştür.
Nihilistler tanrının varlığını, iradenin özgürlüğünü, bilginin imkânını, ahlâkı
ve tarihin mutlu sonunu reddederler. Özellikle tanrı kavramının reddinden
dolayı ülkemizde çok sık duyduğumuz söylenemez.
Nihilizm; bilgi felsefesi, ahlak ve
siyaset alanında kabul görmüştür. Ve yine nihilizm, her şeyi, her gerçeği ve
değerleri reddetme şeklinde ortaya çıkmıştır. Nihilizm; her türlü bilgi
imkanını reddeder ve hiçbir doğru, genel-geçer bilginin olamayacağını savunur.
Varlığı her şekliyle şüphe ile karşılar ve hatta yok sayar.
Nihilizm temelde estetizmin bütün biçimlerini yadsır,
yararcılığı ve bilimsel usçuluğu savunur. Toplumsal bilimleri ve klasik felsefe
sistemlerini bütünüyle reddeder. Yalın olgucu ve maddeci bir tutumla yerleşik
toplumsal düzene baş kaldırmayı temsil eder, devlet, din ya da aile otoritesine
karşı çıkar. Yalnızca bilimsel doğruları temel aldığı düşünülse de, bilimin
toplumsal sorunlarının üstesinden gelemeyeceğini kabul eder.
Nihilist düşünce Friedrich Nietzsche, Neyzen Tevfik, Ludwig Andreas
Feuerbach, Henry Thomas
Buckle, Max Stirner, Albert
Camus, Arthur Schopenhauer, Jean-Paul Sartre ve Herbert
Spencer gibi düşünürlerin
etkisinde kalmıştır. İnsanın beden ve ruhtan oluşan dualist bir yapısı olduğunu
reddettiği için dinlerin şiddetli tepkisine yol açmıştır.
Friedrich Nietzsche, Schopenhauer'ın nihilist
felsefesi ile yola çıkmıştır. Ancak ona göre, nihilizm yanlış ve eksik
anlaşılmaktaydı. Nietzsche zamanla nihilizmi yeniden temellendirdi. Nihilizmin
en eksik yanı, yaşamı olumsuzlamasıydı. Nietzsche, "yanlış nihilizm"i
yaşayanları kitaplarında sıklıkla "pesimistler" olarak tanımlar. Bu
pesimizmin aşılması gerekmektedir. Gerçek bir güç felsefesi için, yaşamı
kesinlikle olumlayan bir felsefe gerekmektedir. Yaşamın değeri anlaşılmalı ve
bu değer yüceltilmelidir.
Nihilizm'e en çok yakıştırılan
düşünürlerden olan Nietzsche'ye göre Nihilizm, yüksek ideallerin
değerlerini yitirmelerinden kaynaklanan olumsuz düşünce tutumudur. Nietzsche,
nihilizmin soy kütüğünü oluştururken, bunun aşılabileceğine de değinmiştir:
Korkular, karşı çıkışlar, başkaldırmalar, Varlık'ı (Tanrı) anlaşılır bir
gerçeklik ve değer yapan varlık idealizminin çöküş belirtileridir. Nietzsche
için 'Tanrı öldü' ve bu varlık artık "kendisine
yakıştırılan bütün değerleri hiçe indiren bir yokluk" olmuştur. Yani Nietzsche "Tanrı
öldü" derken Avrupa'da ve dünyada tanrı kavramının yozlaştırıldığını, yok
edildiğini söylemiştir.
Tüm bunlara rağmen, J. Grenier'e göre Nietzsche asla bir nihilist olmamıştır. Güç İstenci adlı kitabında belirttiği üzere Nietzsche, Nihilizm'i sonuna kadar
yaşamış ve onu aşmıştır. Nihilizm'in aşılması gereken bir şey olduğunu savunur.
Peki, Nihilizm nasıl aşılır? Bu soruya verdiği cevap şöyledir: "Bizler
doğadaki tüm ahlakı reddetmiyoruz, ahlakın evrensel olduğunu iddiasını
reddediyoruz ve bir ahlak kuralını reddederken veya kabul ederken onun hayatı
geliştirici mi yoksa engelleyici mi olduğuna bakıyoruz." Nietzsche köle ve
efendi ahlakı olarak iki ahlaktan bahseder. Ona göre toplumdaki tüm bireylerin
var oluş nedeni "üst-insan"a ulaşmak ve onun amaçlarına
hizmet etmektir. O zaman Nihilizm "kölelerin ahlâkı" olarak belirir;
köleler, gerçek yaşamdaki güçsüzlüklerini unutmak için, bir ideale veya bir
kurmaca Tanrı'ya gerek duyarlar. Hiçlik istemi olan nihilizm, idealist bir
yadsıma mantığından kaynaklanır; yaşamı, sanat aracılığıyla, "özgür
düşünce" olarak doğrulayacağına, bilinç adına yadsır.
Heidegger ise Nihilizm'i Batı Düşüncesi'ni oluşturan öğelerden biri olarak
görür. Bu görüş, değeri ve "var olan"ı tanımlamak için gerçekte,
varlık sorusunu sormayı kendine yasaklar.Gorgias ise nihilizmin agnostik yönüne vurgu
yaparak Hiçbir şey var
değildir, var olsa da bilinmez, bilinse de başkalarına aktarılamaz. demiştir.
Büyük üstad, Neyzen Tevfik’i bu çerçevede değerlendirmek, onun
hayatından kesitler sunarak onu anlatmak faydalı olacaktır. Önce basit, nesnel
bir bilgilendirme vermek gerekirse;
Tevfik Kolaylı 24 Mart 1879’da Bodrum, Muğla’da doğmuştur. Taşlamalarıyla tanınan Türk neyzen ve şairdir. Taşlama kitaplarının yanı sıra, çeşitli taksimler ve saz semailerinin bestecisi
olarak da bilinir.
Osmanlı döneminde istibdata karşı, Cumhuriyet yıllarında ise devrimlere karşı gelenlere
karşı hicvini kullanmış; haksızlığa, yolsuzluğa ve yozlaşmışlığa karşı şiirler yazmıştır. Birçok defa tutuklanmış, ama
kısa süre sonra serbest bırakılmıştır.
Bektaşi tekkesine mensup olmuş, hayatının büyük
bölümünü İstanbul'da çeşitli hanlarda geçirmiştir. Son
dönemlerinde Bakırköy
Akıl Hastanesi'nde kendine ayrılan 21. koğuşta
kalmıştır. 1930'larda kısa süreyle kendine bağlanan aylık haricinde düzenli bir
geliri olmamıştır ve hayatı boyunca epilepsi nöbetleri ile uğraşmıştır. Aynı zamanda rakı başta olmak üzere fazla içki içtiği
bilinmektedir ("Ancak bir alkolik onun gönlünü çalabilmişti: Neyzen
Tevfik!").
Bütün metrelerin ve santimlerin,
Bütün kiloların ve gramların,
Bütün rakıların
Ürktüğü adam.*
Bütün kiloların ve gramların,
Bütün rakıların
Ürktüğü adam.*
O’nu tanımlamak, o’nu bir kılıfa
sokabilmenin en güzel yollarından biri Özdemir’in Asaf’ın bu kısacık dörtlüğü
belki de. Ben ise onu tanımlayıp anlatma cüretini göstermekten çok onun
yaşadıklarını, onun hayatından kesitleri siz değerli okurlara aktarmaya
çalışmakla yetineceğim.
Tevfik Kolaylı.. Nam-ı diğer Neyzen,
Neyzen Tevfik. Türk edebiyatının, Türk tarihinin tartışmasız en renkli
simalarından biri. İlk nefesini Bodrum’da alır Neyzen. Daha sonraları Can Yücel
gibi bir üstada daha ev sahipliği yapacak bu küçük yerde geçer çocukluğu.
Kültürlü, sevgilerini belli etmekten çekinmeyen bir aileye sahiptir. Hatta
ailesini şu şekilde tanımlamaya çalışır; “Anamın ve babamın güzel yüzlerindeki
riyasız, mâsum insanlık ifadesi..” Bir de daha sonraları Neyzen öldükten sonra
onun eserlerine ve çalışmalarına büyük önem vermiş, onun bugün bile hala
okunabilmesini sağlayan küçük bir erkek kardeşe sahiptir. Çocukluğunu
geçirdiği, daha sonraları bedenini esir alacak sara hastalığını edindiği ve
müziğe tapmaya başladığı Bodrum’da Neyzen hayatının en önemli anını şöyle
anlatıyor;
“Okula yeni başlamıştım, bir aksam
paydos olmuş, ben babamla beraber eve gitmek üzere yola koyulmuştum. Tam çarşı
hizalarına geldiğimiz sırada uzaktan gelen davul, zurna sesleriyle durakladık.
Ben daha o yaşta musikinin tutkunu, çılgınca düşkünüydüm. Babamı elinden
çekerek çalgı seslerinin geldiği tarafa doğru adeta sürüklüyordum. Nihayet
alayın ucu Köşkiçi meydanında göründü. Biraz daha yaklaşınca zurna ve
lavtaların ahengine tempo tutan davul tokmakları sanki hep birden kafama inmeye
başlamıştı. Yaklaşan kalabalığın ellerinde on, on beş sırık, sırıkların ucunda
da kesik insan kafaları vardı. Gözlerim dehşetle yuvalarından fırlamış ve ben çığlığı
basmıştım. Şaşıran babam, güya o feci manzarayı bana daha fazla göstermemek
için önünde durduğumuz demirci dükkânının içine dalıvermişti. Oysa olan olmuş
ve çocuk ruhumda müthiş bir kasırga kopmuştu. Eve, dinmeyen titremeler içinde
getirildim ve birçok korku ilaçlarından geçirildim. Fakat, yazık ki bilincimin
bir burcu göçmüş, akıl tahtamın bir çivisi demirci dükkânında düşüp
kaybolmuştu.”
Akıl tahtasının bir çivisini o
demirci dükkanında düşürüp kaybeden Neyzen için hayat artık tamamen farklı
olacaktı. Nitekim 7 yaşında neyle tanışıp ‘o’na aşık olan Tevfik takvimler
1893’ü gösterdiğinde ilk sara nöbetini geçirir. Bu dönemde okulu bırakması icap
eder ve bizim onu tanıdığımız şekle gelmesine katkı sağlayan doktor
tavsiyesiyle yüzleşir; “Neyzen’in üzerine gidilmemesini ve en çok hoşlandığı
şeyleri yapmasına izin verilmesi..”
Artık ‘o’ taptığı ney’i üflemeye,
gönlünce gezip tozmaya başlayacaktı. Bundan sonrası ise o aşık olduğu ve aşık
ettiği, doyasıya sevdiği ney’in etrafında şekillenir. İşte o kendi anlatımıyla
böyle ‘Neyzen’ olmuştur; “ Henüz yedi yaşındaydım. Bir yaz gecesi akşam
yemeğinden sonra babamla beraber tepecik kahvesi denilen ve Bodrum âyanının
toplantı yeri olan deniz kenarındaki kır kahvesine gitmiştik. O gece Ege
Denizi’nin cavidani dekoru içinde benliğimi saran o lahuti sestir ki beni
bugünkü derbeder, ne aradığını, ne istediği bilinmez, bazen eflatun kadar
akıllı, çok kere de tımarhaneye iltica edecek kadar bedmest Neyzen Tevfik
yaptı.”
Hayatının geri kalanını geçireceği
İstanbul’a taşınan Neyzen zamanını daha çok Galata ve Yenikapı
mevlevihanelerinde geçirir. Tam bu sıralarda ileride çok seveceği ve hocası
olarak göreceği Mehmet Akif Ersoy’la tanışır. Mehmet Niyazi’nin yazımından;
“Akif’in dostu pek çoktu; belki
Neyzen, bunların arasında pek ciddiye alınmazdı; ayyaştı, iradesiyle herhangi
bir iş yapamazdı. Milli şairimiz geçimini temin etmek zorunda kaldığı için
Mısır’a gitmişti. Akif’le dost olmak bir şerefti; pek çok zengin, hatırlı insan
bu şerefin hazzını duyuyordu. Fakat bir tek Neyzen gurbette yalnız bulunan o
büyük insanın dostluğunun şerefiyle yetinmedi; pasaportunu çıkardı; vizesini
aldı; Mısır’a gidip Akif’i ziyaret etti. Sadece bu olay onun nasıl bir kumaş
taşıdığını göstermeye yeter.”
Akif’e ney’i öğreten Neyzen ondan
farsça ve Arapça öğrenmiş, hocalığını tatma şerefine ermiştir. Hatta Mehmet
Akif Neyzen’in içkiyi bırakacağım tevbesini tekrar bozduktan sonra Gölgeler’deki Derviş Ahmed manzumesini
yazmış, altına da şu notu düşmüştür;
“Tevfik Neyzen’in üçbindörtyüzüncü
tövbesinden istifası münasebetiyle…”
Nihilizm’in belki de en zararsız, en
dikkat çekici ve de en güzel hallerinin vücut bulmuş hali Neyzen. Onu yolda
ayakkabı boyacısı bir çocuk görüp yüzünü kapkara boyattığını düşünmenizi
hayalden gerçeğe taşıyan adam. Kendisinin 5 parasız olduğunu bilen ama
hazırcevaplılığından çekinip cebinden para düşüren, “Paran düştü Neyzen” diyen
birine, “ O düşen benim param değil, zaten bende para ne gezer. O düşen senin
altın kalbindir..” diyebilecek kadar da değerlerle bürünmüştür Neyzen. Zaten
onun hayatını anlatırken biyografi kalıplarından çıkmamak, şu zaman bunu, o
zaman şunu yapıp bu zaman öldü diye onu 2 satırla kaskatı anlatmak büyük bir
acımasızlık olurdu. Bunu da bildiğim için gerek Neyzen’in ağzından şiirlerle,
gerek yaşadığı ya da yaşadığı rivayet edilen efsanevi olaylarla devam etmek bu
büyük üstad’ın şerefine bir duble rakı kaldırmak kadar anlamlı olacaktır.
Yahya Kemal’in Beşiktaş’taki iskele
meydanında bulunan Barbaros Hayrettin Paşa heykelinin arkasında şu şiiri
vardır;
Deniz ufkunda bu top sesleri nerden
geliyor?
Barbaros, belki, donanmayla seferden geliyor!..
Adalar'dan mı? Tunus'tan mı, Cezayir'den mı?
Hür ufuklarda donanmış iki yüz pare gemi
Yeni doğmuş aya baktıkları yerden geliyor;
O mübarek gemiler hangi seferden geliyor?
Barbaros, belki, donanmayla seferden geliyor!..
Adalar'dan mı? Tunus'tan mı, Cezayir'den mı?
Hür ufuklarda donanmış iki yüz pare gemi
Yeni doğmuş aya baktıkları yerden geliyor;
O mübarek gemiler hangi seferden geliyor?
Tevfik bunu görür, “Geliyor da
geliyor diye tutturmuş Yahya Kemal” deyip şu dörtlüğü yazar;
Ebedi bilgini Hayrettin kaptan
Beş asır önceden biliyor gibi
Ikına sıkına yazdığın şiire
Barbaros kıçını siliyor gibi..
Beş asır önceden biliyor gibi
Ikına sıkına yazdığın şiire
Barbaros kıçını siliyor gibi..
Devlet büyüklerini isim ayırt
etmeden eleştirebilen, Atatürk’ün önünde kuru ekmek doğradığı kaba rakı koyup
çalakaşık içen, hatta bunu sabah kahvaltısı haline getirmiş bir ustadan
bahsedip eserlerini atlamak olmaz. Hiç, Azab-ı mukaddes, Nihavent saz semaisi,
Şehnazbuselik saz semaisi, Taksimler, Taş plak.
74 yıl hüküm süren hayatını kısaca böyle anlatan bir adamın eserleri
bunlar; “..umumi harbe kadar 1868 okka rakı içtim. Ondan sonrasını da hesap etmedim. Rakıdan başka üç
dört ton esrar içtim, bir o kadar da afyon yuttum. Bu üç azametli hükümdar kafamda saltanat kurdular,
senelerce kımıldamadılar. Bu üç büyük kuvvetin sayesinde her renge girdim, her
boyaya boyandım." **
Sözünün eri olan üstad’a yakın
dostları birçok kez içkiyi bırakmasını öğütlemiş, bir çoğu da ona yeminler
ettirtip sözler verdirtmiştir. Canı istediği zaman ara ara gittiği ve kendine
ait bir koğuşu bulunan Bakırköy Hastanesi’nin başhekimi Mazhar Osman’da bu
dostlardan biriydi. Türk ressamları içinde en fazla içenlerden ve Neyzen’in
yakın dostlarından olan Çallı İbrahim ile buluşmak üzere yolda rakı şişesiyle
yürürken Mazhar Osman’a yakalanır Neyzen. Başhekim kızar, hemen şişeyi ister.
Bunun üzerine Neyzen İçkinin yarısının
Çallı İbrahim’e ait olduğunu söyler. İyice kızan
başhekim o halde yarısını boşalt der, Neyzen çok sevdiği rakısından kolay kolay
ayrılamayacağını kanıtlar nitelikte cevaplar; “ Boşaltamam, üstteki bölüm
Çallı’nın..” *** Tabii bahsi geçen isim Neyzen olunca şaşkınlık sınırları
beklenmedik şekilde beklenmedik boyutlarda olabiliyor. Meyhanaye ayak basmamaya
yemin edip at üstünde gelip demlendiği söylenen büyük bir isimden bahsediyoruz.
Hakkı Sülha Gezgin’e göre “...
insanlarla tanrılar arasında ayrı bir sınıf kuran sanatkar”dır Neyzen, Hafi
Kadri Alpman’a göre ise; “Neyzen Tevfik’i aramızda, anadan doğma körlerin fili
tarifi gibi; anlamaya çalışacağız.” “Hangi eve gitsem mutlak bir yerden
tanıdığım çıkar.. Hangi kapı olsa bir tas çorbamı verir. Bankadan bile zenginim
ben..” diyen ve gerçekten ‘zenginlik’ tanımını sonuna kadar hak edendir Neyzen.
1919’da ilk kitabı ‘Hiç’i yayınladı,
1926 yılında Atatürk'le tanıştı ve 1927 yılında sara nöbetleri ve alkol
yüzünden artık sık sık gideceği Toptaşı Tımarhanesi ve Zeynep Kâmil
Hastanesi'nde tedavi görmeye başladı. 1951 yılında “onu affettim” adlı bir
filmde önemli bir rolde yer aldı ve “ağlayan şarkı” adlı bir başka filmde ise,
Suzan Yakar'la oynadı. 28 ocak 1953 'de İstanbul'da
bilinmeyene göç eden Neyzen’in cenaze namazı Beşiktaş'ta Sinan Paşa Camii'nde
kılındı. Caminin avlusundan taşan kalabalık; ana caddeleri, kahveleri, yolun
karşısında ki Barbaros bulvarını doldurdu. Memurların, profesörlerin, ileri
gelenlerin yanı sıra kılıklarına çeki düzen vermeye çalışmış sarhoşlar, sokak
serserileri ve bin bir çeşit insan bir arada uğurladılar Tevfik’i.
Pek lakin ben yazımı onun ölümüyle
bitirmek yerine o çok sevdiği ve hayatını geçirdi rakısıyla ilgili birkaç
hatırayla bitireceğim.
Askerdeyken
en büyük skıntısı içki yasağıdır Neyzen’in. Bir gün tuvalette gizli gizli içki
içerken komutan bunu yakalar ve; “Buldun mezeyi içersin tabii.” der. O namı
diyar diyar dolaşan, hazırcevaplılığı diller destan olmuş Neyzen’de hayatı
boyunca cevap veremediği tek cümlenin bu olduğunu söyler.
Doktor Fahrettin Kerim Gökay, 'içkinin zararları' konulu
konferansını vermektedir. Bir ara; “rakının her kadehi, hayatımızı bir saat
kısaltır” der. Dinleyicilerin arasında bulunan Neyzen yerinden fırlayıp
bağırır; “eyvah, yandık!” etrafındakiler telaşlanır ve sormadan edemez; “
Hayrola? ” Neyzen sakince yanıtlar; “ Hesap ettim; meğer ben öleli tam kırk yıl
olmuş."
Ahmet Rasim’in milletvekilliği
döneminde Mustafa Kemal Atatürk’e anlattığı bir anıya göre alkolün zararları
üzerine yapılan bir konferansta konuşmacı olan profesör içkini Zaralarını
anlatırken seyircilere şöyle bir soru yöneltir; “ Eşeğin önüne bir tas su ve
bir tas rakı koysak eşek hangisini içer?” Salonda
bulunan hemen herkes aynı anda ‘su’ diye bağırıp profesör de “Neden?” diye
sorunca Neyzen artık kendini tutamaz ve bağırır; “Neden olacak eşekliğinden,
eşekliğinden!!”
O’nu tanıyan, daha doğrusu tanımak
için can atan birçok insan öldükten sonra 4 kişilik bir masada kendisiyle
beraber o’nun hayalini kurar, tabii Ömer Hayyam ve Can Yücel’in de eşliğiyle.
Eleştirilmekten bu kadar rahatsız duyulan bu dönemde, eleştiri ve gerçek söze
tahammülsüzlüğün had safhada olduğu bu dönemde Neyzen’in yıllar önce yaptığı
memleket tespitiyle 2011’i bile anlatmasına şaşar, bu değerin hiç unutulmamasını ümit eder,
hepinize bol Neyzen’li günler dilerim.
İki gözü de görmeyen bir dostu bir
gün Neyzen’e sormuş:
- Memleketin durumunu nasıl görüyorsun?
- Aynen senin gördüğün gibi..
- Memleketin durumunu nasıl görüyorsun?
- Aynen senin gördüğün gibi..

Yorumlar
Yorum Gönder